21 Şubat 2012 Salı

The Seventh Continent / Yedinci Kıta (1989)



Haneke'nin ilk filmi olan 1989 yapımı The Seventh Continent / Yedinci Kıta, yönetmenin gelecek kariyerinde yapacaklarının sinyallerini en baştan fazlasıyla veren, sarsıcı ve zorlu bir izleme serüveni yaşatan bir film...

Filmi bir araba yıkama sahnesi ile açıyor yönetmen. Daha sonra ailemizle tanışıyoruz. Küçük bir kızları olan genç bir çift kahramanlarımız. İlk bakışta modernizmin getirileriyle hayli uyumlu gözüküyorlar. Kadın ve adamın her sabah gidip akşam döndükleri düzenli birer işleri var, çocuk okuluna devam ediyor. Ortalamanın üzerinde sayılacak bir maddi güce sahipler vs vs... Ancak bir anda işler değişmeye başlıyor. Çocuklarının 'rahatsızlığı' ve iş hayatlarındaki problemler onları oldukça 'radikal' bir karara doğru hızlı adımlarla sürüklüyor...

Bu radikal sona doğru gidiş yolunda, yönetmenin ilk bölümlerde, özellikle kimi objeleri ve durumları kullanımı dikkat çekiyor. Yakın plan çekimi tercih ettiği bazı nesneler aracılığıyla, yüksek sesle konuşmak zorunda kalmadan güçlü bir modernizm eleştirisi yapmayı beceriyor Haneke. Araba yıkama sahneleri, yemek masasında geçen bölümler, akvaryum, gazeteler, TV görüntüleri gibi kullanımların tamamı ailenin sırtını yasladığı konformizmin simgeleri olarak birer birer önümüze konuluyor. Kırılma noktasının aşılmasından sonra ise bunların herbirinin, aileyi aslında nasıl ruhsuzlaştırmış olduğu çok iyi yansıtılıyor...





Yönetmenin ilerleyen kariyerinde, kanımca zaman zaman içine düştüğü 'didaktik anlatım' başarısızlığından da burada uzak durmayı başardığı söylenebilir. Zira film aslında bilindik anlamda bir öykü bile anlatmıyor denebilir. Ortada sadece bir 'durum', bir 'kırılma noktası' ve gelinen 'feci son' var. Bir anlamda filmi bir psikolojik gerilim olarak adlandırmak da mümkün. Farklı yönü, sakin, buz gibi bir yapı kurup, kamerasını da daha çok bu 'patlama'nın sorumlusu olarak görülecek objelere yöneltip oradan bir gerilim yakalaması ve aynı yapıyla bir kapitalizm ve bir yönden de 'insan' eleştirisi ortaya koyması. Örneğin pek çok sahnede, beklentimizin aksine bireylerin yüzlerini değil de uzun uzun bazı objeleri görürüz...

Kırılma noktasından sonra aile bireyleri, ellerini ayaklarını herşeyden çekmeyi kararlaştırıyorlar. Sonra da bu konformist düzenin kendilerine daha önceden sunduğu tüm bu 'objelerden' birer birer kurtulmayı seçiyorlar. Sonrasında hala özgürleşemeyecek olduklarının farkında olduklarından sıra 'kendilerine' geliyor. Bu gözlemsel anlatım metoduyla Haneke, gerçekten oldukça ilginç ve düşündürücü noktalara varmayı başarıyor. İlk karelerden itibaren kurduğu buz gibi atmosferi en sona kadar hiç kaybetmemeyi başarması ve seyirciye katarsis yaşatabilecek her türlü tercihten uzak durmasıyla birlikte hayli zorlu bir deneyime dönüşüyor. Ayrıca bu buz gibi yapı, seyirciyi aile bireylerinin sözkonusu kararlarında hangi noktaya kadar gidecekleri konusunda çelişkiye düşürüyor. Çoktan malum hale gelen olayların gerçekleşmesi bile seyircide şok etkisi yaratabiliyor...



Özellikle uzun uzadıya verilen son bölümlerde filmin rahatsız ediciliği olabilecek en üst noktalara ulaşıyor. Yönetmen bu konuda elini hiç korkak alıştırmıyor. Psikolojik açıdan zorlayıcı olabilecek filmlere karşı hassasiyeti olanları elbette baştan uyaralım...

Belirttiğimiz gibi yönetmenin ilk filmi olan Yedinci Kıta'nın, aynı zamanda bugün yönetmenin filmografisinin de en önemli halkalarından biri olarak durduğunu da hatırlatalım. Yedinci Kıta, sizi zorlu fakat yaşamaya değer bir deneyime çağırıyor. Hala izlememiş olan sinemaseverlere bu haftaki klasik film önerimiz olsun...

0 yorum:

Yorum Gönder