14 Nisan 2011 Perşembe

Sidney Lumet (1924 - 2011)



Bu haftaki dosya bölümünü geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz Amerikan sinemasının ustalarından, Sidney Lumet'e ayırdık. Uzun kariyeri boyunca çektiği filmlerde, hiçbir zaman belli bir sinemasal seviyenin altına inmemeyi başaran, vurucu olmanın yolunun, perdede büyük duygusal patlamalar yaratmak olmadığının bilincinde, yüzeydeki sadeliklerinin altından, salondan çıktıktan sonra uzun süre etkisi geçmeyecek filmler çıkarmayı beceren nadir yönetmenlerdendi Lumet. Aslında biraz da her zaman 'underrated' kaldığını kabul etmemiz gerekenlerdendi...

25 Haziran 1924 tarihinde Pennsylvania'da dünyaya gelen Lumet'nin ebeveynleri oyunculardı. Kendisi ise kariyerinin ilk yıllarında tiyatro sektörünün çeşitli kollarında çalıştıktan sonra yeni yeni canlanmaya başlayan televizyon sektörüne geçti ve çeşitli televizyon dizilerinin yönetmenliğini üstlendi. 1957'de ilk sinema filmini çekti: 12 Angry Men. Film, Lumet'nin ilerleyen kariyerinde de açıkça ortaya koyacağı güçlü sinema duygusundan izler taşıyor, yine ilerleyen filmlerinde de göreceğimiz güçlü oyuncu performansları içeriyordu. Filmde, 12 jüri üyesi bir cinayet sanığı hakkında tartışırken hukuki düzen, ahlak, vicdan gibi konular tartışmaua açılıyordu.Ustanın başta da sözettiğimiz kimi özelliklerinin ilk müjdecisi olan bu film, zamanla bir klasik olarak kabul görmeye başladı ve bugün halen Lumet'nin en sevilen filmlerinden birisi olarak kabul görüyor...

Yönetmen, 3 yıl sonra Marlon Brando ve Anna Magnani'yi içeren kadrosuyla oyun yazarı Tennessee Williams'ın bir oyunundan yola çıkarak uyarlattığı The Fugitive Kind'ı çekti. İncelikli bir iş olan filmle yönetmen, başarılı tiyatro uyarlamalarına da bir başlangıç yapmış oluyordu. 62'de yine bir oyundan yola çıkan Long Day's Journey Into The Night'ı, 64'te İkinci Dünya Savaşı'nda, Nazi toplama kamplarından kurtularak Amerika'da yaşamına devam etmeye çalışan Yahudilerin yaşamını incelediği The Pawnbroker'ı, 64'te ise Küba Füze Krizi ile ortaya çıkan nükleer savaş olasılığına bakış attığı Fail-Safe'i çekti. Bunlardan The Fugitive Kind, sinema dilindeki ustalık ve başarıyla kullandığı flashback tekniği ile sinema okullarında ders niyetine okutulan bir filme dönüşüyordu. Yönetmen ilk dönemlerindee Henry Fonda ile sıklıkla çalışırken, daha sonra Sean Connery ile birkaç film çekti. Connery ile çektiği filmlerden The Anderson Tapes başarılı bir soygun parodisi, The Offence ise bir tecavüzcünün peşine düşen bir polisin bu takip sürecinin yavaş yavaş kendisiyle yüzleşmesine dönüştüğü enteresan bir polisiyeydi ve yönetmenin kimi takıntılarını bu filmde fazlasıyla görmek mümkündü...



70'li yıllara bu iki filmle giriş yapan Lumet'nin bu dönemdeki filmlerinde sosyal duyarlılığının arttığı kolaylıkla gözlemlenebiliyordu. Ancak filmler didaktik bir tondan kesinlikle uzak duran, seyirciyle arasına mesafe koyan, karakterleriyle kolay özdeşleşilemeyen filmlerdi. Bu tercihler onun filmlerini çağdaşı Amerikan yönetmenlerin çoğundan ayrı bir yerde tutuyordu. Belki zamanında değerinin pek verilememesinin başlıca sebeplerindendi bunlar. Ustanın 70'lerdeki en önemli işlerinden biri şüphesiz Al Pacino'lu Serpico idi. Dürüst bir polisin yozlaşmış mafya-polis ilişkilerini bozmaya çalışmasını ve mafyadan nasiplenen meslektaşlarının bir anda hedefi haline gelişini anlatıyordu film. Bir yandan da yozlaşmanın topluma ne kadar derinden nüfuz ettiğini, ihtişamsız ama son derece etkileyici biçimde söylemeyi başarıyordu. 74'te dev bir kadroyla çektiği Agatha Christie uyarlaması Murder On The Orient Express beklentileri karşılamaktan uzaktı. 75'te çektiği Dog Day Afternoon en bilinen filmlerinden biridir. Başrolde yine Al Pacino'nun yeraldığı film, gay olan bir adamın , erkek arkadaşının 'ameliyat' parasını toplamak için banka soymaya çalışmasıyla başlayan ve kısa zamanda medyanın klasik şovlarından birini gerçekleştirebilmesine olanak sağlayacak bir rehine olayına dönüşen süreci anlatıyordu. Yine etkili oyuncu performansları ve yönetmenin sakin anlatımı ile dikkat çeken sağlam bir film çıkmıştı ortaya. Sonraki yıl yönetmen yine çok güçlü bir işe imza attı. Sözkonusu film Newtwork'tü ve medya dünyasındaki iktidar ilişkilerini ve serbest piyasa ekonomisinin medyadaki yansımalarını ele alıyordu. Başroldeki Peter Finch'in performansı yine olağanüstüydü. Belli ki usta oyuncu yönetimi işini iyi biliyordu...



80'li yıllar ustanın kariyerinde nispeten inişin başladığı dönemlerdi. Bu dönemdeki vasat işlerinin arasından sıyrılan filmlerden, 81 yapımı Prince of the City, Serpico'nun temalarını panoramik boyutlara taşıyan, bir nevi, o filmin, devamı niteliğindeki bir yapımdı. Ertesi yıl Paul Newman ve James Mason'ın etkili performanslar sundukları mahkeme draması The Verdict'i çekti. Kariyerinin sonlarına gelmiş yaşlı ve alkolik bir avukatın iç dünyasındaki çöküşü başarıyla yansıtan fim, ustanın önemli işleri arasındaki yerini almakta zorlanmadı. 80'lerin devamında çoğu vasatı aşamayan, Running On Empty, Daniel, Power gibi filmlere imza attı yönetmen...

90'larda yaşı ilerlemeye başlayan yönetmen, buna karşın yorulmadı ve çok sayıda film çekmeyi sürdürdü. Bunlardan vasatı bir nebze aşabilenlerden biri 96 yapımı Andy Garcia ve Richard Dreyfuss'lu Night Falls On Manhhattan idi. John Cassavetes'ın Gloria'sının 99 yapımı yeniden çevrimi ise beğenilmedi...

2000'lerin ilk yıllarında TV'ye geri dönen usta, 80'li yaşlarını geçirdiği dönemde tekrar sinemaya dönerek 2006 yılında Vin Diesel'li vasat mahkeme draması Find Me Guilty'yi ve daha sonra ise son filmi olan 2007 tarihli Before The Devil Knows You're Dead'i çekti. Film, Lumet için bilindik topraklara dönüş gibiydi. Soygun, aile içi entrikalar, ahlaki çöküntü gibi konuları işleyen filmde usta aktör P.Seymour Hoffman, kardeşi rolünde Ethan Hawke ve babası rolünde Albert Finney incelikli performanslar çıkarıyorlardı. 82 yaşında bir yönetmenin çektiğine inanmanın güç olacağı kadar hareketli ve dinamikti film. Usta filmi yaparken 'veda' filmini çektiğini biliyor muydu bilinmez ama şimdi bakınca sinema kariyerine etkili bir final yaptığı tartışmasız. Sonrası malum, 9 Nisan 2011'de Manhattan'daki evinde yaşamını kaybetti sanatçı...



Ardında pek çok önemli film bırakan ustanın, en bilinenleri olarak herhalde 12 Angry Men, Serpico, Dog Day Afternoon, Network ve The Verdict sayılabilir. Kariyeri boyunca 5 defa çeşitli dallarda Oscar'a aday olmasına rağmen hiçbirini kazanamayan sanatçı, 2005 yılında Oscar töreninde kendisine verilen Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü alırken, ödül konuşması da Oscar'ların unutulmazları arasına girecek cinstendi. Başlarda söylediğimiz gibi hep hakettiğinin altında bir yere konumlandırıldı sanatçı yaşamı boyunca. Ancak şüphesiz ki 'sinema tarihi' ona hakettiği yeri çoktan verdi ve ilerleyen dönemde de artarak verecek...

0 yorum:

Yorum Gönder