26 Nisan 2011 Salı

Mauvais Sang / Kötü Kan (1986)



Mauvais Sang / Kötü Kan, en basit ve net tabiriyle 'tuhaf' bir film. Hem de fazlasıyla tuhaf açıkçası. Leos Carax'nın henüz ikinci uzun metrajı olan filmde, öykümüz, tam tarih verilmese de, 21. yüzyılın başlamasına birkaç yıl uzaklıkta bir tarihte geçiyor. Paris'te değişen çok şey yoktur: Köprüler, kırmızı metro vagonları, bunaltıcı, sıcak geceler. Yetim kalmış Alex, aldığı bir teklifle, kız arkadaşını arkasında bırakıp bir göreve atılma kararı alır. Artık onu görmeyecektir. Burada yeni bir kadınla tanışır ve yakınlaşırlar. Bir yandan ise, bir soygun planı işlemektedir...

Leos Carax, hayli değişik bir yol izliyor öyküsünü anlatırken. Soygun planı hikayesi, hem filmin merkezinde hem de değil gibi. Bir yandan dikkatimizi vermemiz gerekecek kadar ön planda devam ediyor, ancak bir yandan da kadın ve adamın aşkı ve sözleri ile gelişen yapının içindeki gereksiz birer ayrıntıymışçasına kalıveriyor o bölümler. Bu yöntemle, filmi sıradan bir soygun ya da aksiyon filmi gibi algılamamızın tamamen önüne geçiyor yönetmen. Böylelikle salondan çıktıktan sonra aklımızda kadın ve adamın ilişkisi ve sözlerinin, en az hareketli kısımlar kadar, hatta daha bile fazla kalmasını hedeflemiş belli ki. Bunda gerçekten de başarılı...



Filmin soğuk ama sarsıcı atmosferine bir süre sonra kendimizi kaptırıveriyoruz. Bu noktada donuk renkler, zaman zaman siyah-beyaz görüntüler, yakın çekimler mükemmel biçimde kullanılıyor ve gerekli apokaliptik ama bir yandan da melankolik atmosfer başarıyla kuruluyor. Hikaye içerisindeki bir diğer ayrıntı ise, insanlara okşama yoluyla bulaşan ölümcül bir hastalık. Hastalığın bulaşma şekli ise ilginç : İki kişi birbirlerine aşık olmadan sevişirlerse bu virüs bulaşıyor. Ancak Carax, bu parlak görünen ve baştan sona bir filmi sürükleyebilecek nitelikteki fikrin de filmi tamamen ele geçirmesine engel oluyor. Onu da soygun öyküsü gibi hem çok merkezde hem de arkalarda bir yerlere koyuyor. Film, sanki kadınla adamın konuşmaları için ya da biraz açarsak, rüya gibi sahnelerde yapılan, aşk, felsefe, edebiyat dolu sohbetler için var...

Çok genç halleriyle Juliette Binoche ve Denis Lavant, son derece başarılı ve uyumlular. Filmin hem çok soğuk, hem melankolik yapısına son derece olumlu katkı yapacak performanslar çıkarıyorlar. Bu aslında, 'klasik'ten çok 'kült' sıfatını hakeden film, son olarak İstanbul Film Festivali'nin Film Gibi 30 Yıl bölümünde, Taylan Biraderler'in seçimi olarak gösterilmişti. Hala keşfetmeyenler için, önerimizdir...

0 yorum:

Yorum Gönder