28 Nisan 2011 Perşembe
En İyi Wim Wenders Filmleri
Bu hafta dosya bölümümüzü, cuma günü gösterime girecek, 2009'da ölen koreograf Pina Bausch'un hikayesini anlattığı 3D formatlı filmi Pina 3D vasıtasıyla ünlü Alman yönetmen Wim Wenders'e ve kariyeri boyunca çektiği filmlere ayırdık...
68 kuşağının özgürlükçü, yeni bir yaşam biçimi arayan ruhunun sinemadaki temsilcisiydi bir yerde Wim Wenders. 2.Dünya Savaşı'nın bitiminden sadece birkaç hafta sonra Batı Almanya'da dünyaya geliyordu. Gençlik yılları, büyük ölçüde Amerikan pop kültürünün etkisinde, çizgi romanlar, tilt oyunları ve özellikle de Rock'n Roll ile geçiyordu. 70'ler Alman Sineması'nın yeni akımının, 'okullu' tek yönetmeni olacaktı bu genç adam ileride Kısa filmlerle başladığı kariyerinde yeni filmi Pina 3D'ye varana dek uzun bir yol katetti. Özellikle 70'li yıllarda altın çağını yaşayan yönetmen, 80'li yılların genç sinemacıları için tam bir idoldü. Bu dosyada, ustanın filmlerinden kendimizce bir ilk 10 belirledik. Hem kendisiyle tanışmayan ya da yeni tanışmış, hem de büyük hayranı olanlar için yararlı bir dosya olur umarım...
10. Lisbon Story (1994): 82 yapımı The State Of Things'in kısmen devamı olan bu filmin girişinde, Rüdiger Vogler'i, Alice In The Cities'i hatırlatırcasına yollarda görürüz. Bu kez rota Berlin'den Lisbon'a doğrudur. Vogler, bir kez daha Philip Winter adındaki bir ses mühendisini oynar. Yönetmen arkadaşı Friedrich Munro'nun isteğiyle Portekiz'e gitmektedir adam. Munro, eski bir kamera ile çektiği sessiz filmin yapım aşamasında krizlerdedir adeta. Winter, Munro'yu bitap ve çaresiz halde bulur. Arkadaşını, sahip olduğu ses kayıt aleti ile sesleri bir araya getirmeye ikna eder. Bunun için şehri ve sakinlerini birlikte keşfe çıkarlar. Lisbon Story, Wenders'in bir müddet ara verdiği yol filmlerine geri dönüşü idi. Belki de geç dönemlerinde çektiği filmlerin en önemlilerindendi. Fetiş oyuncusu Rüdiger Vogler'i tekrar görmek bile yeterince heyecan verici idi yönetmenin hayranları için...
9. Der Amerikanische Freund / The American Friend (1977) : The American Friend, Wenders'in konvansiyonel sinema sınırlarına yaklaşarak, daha belirgin bir tür filmi çektiğini söyleyebileceğimiz ancak gene de Wenders motiflerini de bünyesinde barındıran başarılı bir filmiydi. Patricia Highsmith'in ünlü Ripley's Game'inden uyarlanan filmde Dennis Hopper ve Bruno Ganz gibi önemli yıldızlar vardı...
8. Buena Vista Social Club (1999) : Havana'lı bir grup müzisyenin öyküsünü anlattığı filminde Wenders, hem müzik tutkusunu bir kez daha gözler önüne serme fırsatı buluyordu, hem de belgesel çekmede de ne denli başarılı olduğunu kanıtlıyordu. Sonuç, Wenders'in yakın tarihli en iyi filmlerinden bir diğeriydi...
7.Falsche Bewegung / The Wrong Move (1975) : Bir Goethe uyarlaması olan film, Wenders'in B filmlerinden biri olarak kabul edilir. Hayli ilginç de bir filmdir. Kısaca yazar olmak için yaşadığı kasabadan ayrılan bir gencin öyküsüdür. Otobiyografik öğeleri de başarıyla filme yedirmiştir Wenders. Çok az bilinen. çoğu kişice soğuk bulunan ama bizce görülmesi gereken işlerindendir. Daha sonra yönetmenin Paris Texas'ında da göreceğimiz Nastassja Kinski'nin ilk sinema filmidir ayrıca...
6. Die Angst des Tormanns beim Elfmeter / The Goalkeeper’s Fear of the Penalty (1972) : Bir Peter Handke romanından uyarlanan filmin başında, bir futbol maçında basit bir gol yiyen, daha sonra hakeme hakaret edip kırmızı kart gören bir kaleci ile tanışıyoruz. Adamımız daha sonra, Viyana'ya gider. Burada sinema bileti kesicisi Gloria adlı biz kızla tanışır ve kızın evine giderler. Daha sonra Avusturya'da, Yugoslavya sınırında bir kasabaya bir bayan arkadaşını ziyarete gider ve bir barda otururlar. Devamında polisin, onu aradığını haberlerde izler ama önemsemez. Albert Camus'nun Yabancı' sının etkilerini üzerinde taşıyan öyküyü estetik açıdan, Hitchcock etkileri taşıyan bir biçimde sunar Wenders ve sonuç hayli başarılıdır...
5. In Weiter Ferne, So Nah! / Faraway So Close! (1993) : Der Himmel Über Berlin'in devamı niteliğindeki film, onun kaldığı yerden ilerler. İnsanların yaşamlarına uzun uzun bakan bir grup meleğin öyküsü, Wenders'in eşsiz üslubuyla harika biçimde birleşiyordu bir kez daha. Sonuç : 3 saate varan, melankolinin üst limitlerinde bir yolculuk...
4. Alice in den Städten / Alice In The Cities (1974) : Wenders, yine yol filmi eksenindeki bu filminde ABD hakkında bir makale yazması gereken fakat bir 'writer's block' vakası yaşayan Alman bir gazetecinin öyküsünü anlatıyor.Bu noktada Almanya'ya dönmeye karar veren adam havaalanında küçük Alice ve annesi ile tanışır. Kısa süre sonra bir anda Alice'i kendi üzerine kalmış bulur. Kızı teslim etmek için büyükannesinin evini aramaya başlarlar. Bu arada ikili arasında tuhaf bir dostluk gelişir. Avrupa'nın pek çok kentinde geçiyor film ve siyah beyaz görüntüler mükemmel. Rüdiger Vogler yine başrolde. Alice In The Cities, şüphesiz Wenders'in en iyilerinden....
3. Der Himmel Über Berlin / The Wings Of Desire (1987) : Berlin üzerinde gezinen melekler, insanların yaşamlarını inceliyor. İçlerinde bastıramadıkları o 'onlardan biri olma' arzusu ile. Yalnızlık ve 'öteki' olmanın perdedeki en güzel ifadelerindendir film. Bir noktadan sonra, meleklerin o dış ses aracılığıyla konuşmaları, insanların yaşamlarını izleyişleri hiç bitmesin istersiniz...
2. Paris Texas (1984) : Yönetmenin Cannes'da Altın Palmiye kazandığı filmi, modern dünya ile ilgili her kötülüğü serer aslında birer birer ortaya. Yitip giden hayatlar, yalnızlık, 'deli'lik... Modern dünyanın o ucu keskin sınırlarında bir anlamda 'sıyırıp gitmiş' bir adamın aklını ve geçmişini tekrar bulma öyküsü aslında film. Sex shopta geçen uzun plan sahne, sinema tarihine hiç unutulmayacak şekilde girmiştir aslında. Yitip gitmek daha güzel anlatılabilir mi? Sanki o sahneyi görmüş zihninde Wenders ve onun üzerine yazmış bütün öyküyü. Seks shopta, ayna arkasından bir kadını izlemek için oraya gitmenin aslında ne kadar melankolik olduğunu düşünmüş gibi. Diğer Wenders filmlerine göre daha duygusaldır film sanki. Bu seyirciyi dağıtacak cinste, popülist bir duygusallık olmaktan uzak tabii. Harry Dean Stanton da harikadır başrolde...
1. Im Lauf Der Zeit / Kings Of The Road (1976) : Zamanın Akışında, gezgin bir projeksiyon aleti tamircisinin öyküsü. Aslında ortada pek bir öykü yok. Kamyonuyla sinema sinema, şehir şehir gezip projeksiyon tamir eden adamımız, (yine Rüdiger Vogler) günün birinde arabasıyla nehre uçan bir adam görür. Adamı sudan arabanın içinden çıkarır. Daha sonra iki adam arasında nedensizce bir dostluk başlar. 3 saate yakın süren filmde, iki adamı bir sürü şehri ve sinemayı gezerken görürüz. Gezilen şehirler aslında tüm bir yakın Almanya tarihine yolculuk gibidir. Sinema gezintileri ise Wenders'e 'sinema' hakkında laf etme şansı tanır. İki adamın artan dostluğu, finalde çok sade ama unutulmaz bir etki bırakır. Robert'ın 'Herşey değişmek zorundadır, hoşçakal' notu unutulacak gibi değildir. Tüm filmi baştan gözden geçirtir. Yönetmenin 68 kuşağı, özgürlükçü ruhunun en belirgin olduğu filmlerindendir. Hayata boşvermiş, yalnızlığın dibine vurmuş bir adam, belki de o güne kadar kimseyle konuşamadıklarını, tanıştığı bir başka sorunlu (Robert'ın evliliğiyle ilgili sorunları vardır) adama anlatır finale doğru. Herşey değişmek zorundadır mottosu, herşeyin üstünü kaplar finalde. 'Deneyeceğim Robert, deneyeceğim'. Şahsen, sadece Wenders'in değil, tüm sinema tarihinin de en sevdiğim filmlerinden biridir...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder