14 Aralık 2010 Salı
Vive L'Amour / Yaşasın Aşk (1994)
1994 tarihli Tsai Ming-Liang filmi Vive L'Amour, içerisinde birçok unutulmaz an barındıran, sinefillerin aklından ilk görüşten itibaren kolay kolay çıkmayacak nitelikte, nadide bir eser...
Filmin başlangıcıyla birlikte, üç farklı karakterle tanışıyoruz. Üçü de farklı karelerde karşımıza çıkmaya başlıyorlar. Bir süre sonra ise, her üçünün de aynı boş apartman dairesini kullandıklarını farkediyoruz. Emlakçılık yapan kadın, bu boş daireyi belli ki tek gecelik ilişkileri için kullanıyor. Diğer kahramanımız da onun o geceki ilişkisi olan bir işportacı. Kadını uzun süre takip edişini gördükten sonra gece soluğu bu boş dairede aldıklarını görüyoruz. Adam, zaten kadından anahtarı da o gece aşırıyor olmalı.Üçüncü kahramanımız ise tuhaf bir işi olan bir adam ve evi dolaşma bahanesiyle geldiği sırada anahtarı kaçırıyor. Bu üçlü aralıklarla eve gelip gidiyorlar ki ilerleyen bölümlerde iki adam birbiriyle evin içinde karşılaşıp tanışıyorlar kaçınılmaz olarak...
Yönetmenin tüm filmlerinden alışkın olduğumuz kimi tercihleri bu filmde de aynen karşımızdalar elbette ki. Uzun planlar, sıfır müzik kullanımı, minimumda tutulan ve kullanıldığında da filmin temelini oluşturmalarına asla izin verilmeyen diyaloglar... Ayrıca diğer filmlerinden alışkın olduğumuz kimi nesne ve olaylar: Yatak, karpuz, su, mastürbasyon, eşcinsellik... Aslında temelinde yalnızlığı çağrıştıracak şeyleri tercih ediyor yönetmen. Yalnızlık ve sessizlik. Anlatmak istediği şeylerin altını çizme niyetinde kesinlikle değil. Sadece hayatın içinden kopup gelen küçücük anlarla ilgileniyor yönetmen. Hatta öyle ki finalde gelen son iki sahneye kadar, eğer Ming-Liang sinemasına da aşina olmadan bu filmi izliyor iseniz, filmin hiçbirşey anlatmayan, zorlama bir sanat filmi olduğunu bile düşünebilirsiniz. Ama son bölümlerde, en azından bu tip filmlere alışık tüm izleyicilere amacını, filminin neyi anlattığını fısıldayarak da olsa söylemeyi başarıyor...
Belirttiğim sahneler ancak görerek tadına varılabilecek sahneler ancak anlatmayı denersek, ilki iki adamın yatakta yattığı, birinin uyurken diğerinin onu uyandırmamaya özellikle gayret göstererek, usulca öpüp bıraktığı sahne. Diğeri ise tabii ki o, bu filmle tamamen özdeşleşen unutulmaz final sahnesi. Kadının uzun uzun yürüyüp, sonra da bir bankta oturup yine uzun uzun ağladığı sahne. Sözkonusu iki sahne, filmin tüm ruhunu özetliyor adeta. Yalnızlık, modern hayatın yabancılaşmış insanları, yıllarca tek bir küçücük öpücüğe muhtaç yaşamış insanlar, o öpücüğün tüm hayatlarını değişirebilme ihtimali, içi boş, birbirine teğet bile geçmeden, hatta sadece bedensel zevklere hapsedilmiş ilişkilerle içlerindeki boşluğu doldurmaya çalışan insanlar, maddi anlamda kazançları ne olursa olsun aslında sadece yaşamak için sürdürülen iş hayatları, bunların yaşamdan koparıp götürdükleri...
Film, sanırım modern hayat dediğimiz şeye bir ağıt yakıp geçiyor. Ama öylesine sessiz bir ağıt ki işitebilmek için tüm kalbimizi, sonuna dek açmamız gerekiyor. Modern hayatın köreltmeye yüz tutturduğu o kalplerimizi...
Tüm bu melankolikliğe rağmen, tamamen umutsuz değil sanki yönetmen. Tüm kötülükleri ardarda dizip bırakmıyor. Hayatın o küçücük ayrıntılarında hala mutlu olmak için sebepler var sanki. Hem finalde dökülen o gözyaşlarında da hala insanlığımızı hatırlamamız için umut var gibi...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder