9 Ekim 2010 Cumartesi

Inception / Başlangıç (2010)



Yılın olay filmi, Hollywood'un bize yılda bir, bilemediniz iki kez yaptığı sürprizlerden biri. Bir rüya gezgininin öyküsünde, Christopher Nolan, tüm yaratıcılığını, Hollywood'un üstün imkanlarıyla birleştirip, son derece etkileyici, şatafatlı ve içi tamamen dolu bir filme imza atmayı başarmış...

Dom Cobb, bilinçaltının derinliklerindeki sırları çekip, çıkarmak ve çalmakla görevli bir rüya gezgini ve işinde çok başarılı. Son müşterisi Saito, ondan, bilgi çalmasını değil bilgi tohumunu ekmesini istiyor. Çocuklarına kavuşmanın büyük özlemini çeken Cobb, bu teklifi kabul ediyor ve bu noktadan sonra işler iyice sarpa sarmaya başlıyor...

Gerçeklik zemini ciddi bir sarsıntı geçirmeye başlarken, bir noktadan sonra da rüyalar ve gerçek iyice birbirine girmeye başlıyor. Rüya içinde rüyalar arasında kaybolmaya başlıyoruz. Cobb ve ekibinin rüyalar içinde gezinmesini sağlayan rüya makinesi bir çanta büyüklüğünde ve ABD ordusunun icadı olan bir cihaz. Makineye bağlananlar, rüyanın içindeki yerlerini alıyorlar. Film, bir yandan hareketli bir casus filmi şeklinde gelişirken, bir yandan da Cobb ve ailevi ilişkilerine dayanan ağır ve travmatik bir yapıyı da taşıyor. Diğer yandan filmin asıl atmosferi ve gücünü ise rüya sahnelerinde yakalıyoruz. Nolan, rüya sahnelerini öylesine güçlü bir atmosferde tasarlamış ki adeta başımızı döndürüyor, kendimizi kaybetmemizi sağlıyor...



Ekibe yeni katılan mimarlık öğrencisi Ariadne, öykü içinde bir nevi Matrix'in Neo'su görevini üstleniyor. Şöyle ki, bizler de bu tuhaf rüya gezginliği işinin ayrıntılarını, onunla birlikte, ekibin diğer üyelerinden öğreniyor ve olayların işleyişine vakıf oluyoruz...

Tekrar rüya sahnelerine dönersek, bilhassa tüm Paris şehrinin Cobb ve Ariadne'nin turu sırasında eğilip bükülerek küp haline getirildiği sahne, görsel ve düşünsel olarak dahiyane bir yapıyı içeriyor. Bunun dışında finale doğru karşımıza çıkan aksiyon ve heyecan dolu, üç rüyanın birbiriyle kesiştiği sahne de akıl sır erdirilmeyecek kadar güçlü. Bu bölümde bir yanda, ekip üyelerinden Arthur, yerçekiminin tümüyle kaybolduğu bir otel koridorunda, rüya görenleri, sağlam şekilde rüyanın dışına taşımaya çalışırken, diğer yanda karlarla kaplı bir dağ atmosferinde Arthur dışındaki ekip üyelerinin dahil olduğu, öte yanda ise saldırı altındaki minibüste rüyanın içindeki ekip elemanlarının, diğer bir ekip üyesi tarafından taşındığı aksiyon fırtınası şeklindeki sahneler var. Bu sahneler gerçekten başdöndürücü bir kurguya ve yönetmenliğe sahipler...



Finale geldiğimizde ise, yönetmen, tüm filmini elinin tersiyle itmeyen bir şekilde, muğlaklığı tercih ediyor. Aslında klasik Hollywood finallerine bağımlı izleyiciye tatmin olabileceği, mutlu sayılabilecek bir final sunuyor. Ancak bu finali iyi analiz ettiğimizde, finalde Cobb'un, yaşlanmış Saito ile olan konuşması, filmin daha önceki karelerinden kafamıza kazınan, altı net olarak çizilen kimi sözler düşünüldüğünde, finalin kasıtlı bir inandırıcılıksızlığa sahip olduğu açıkça görülüyor. Zaten film boyu içiçe geçen ve birbirine giren rüyalar düşünüldüğünde de, Nolan'ın finalde nereye varmak istediği de açık...

Açıkçası, ilk çıkışını yaptığı günden bu yana, Nolan'a yapılan yeni dahi yönetmen yakıştırmalarının uzağında duran, hiçbir filmini de öyle çok da fazla sevmeyen biri olarak ve ayrıca kariyer gelişiminin de yavaştan benim düşündüğüm noktaya doğru kaydığını düşünen biri olarak Inception beni hayli şaşırttı. Inception, başta söylediğimiz gibi, Hollywood'da her zaman rastalayabildiğimiz, başı sonu belli, tipik iyiler - kötüler savaşı şeklinde gelişen, ahlaki mesajların havada uçuştuğu filmlerden değil. Aksine nadiren karşımıza çıkan, Hollywood'un sınırsız teknolojik imkanlarının, yaratıcı, risk alan ve yenilikçi bir yönetmenlikle birleştiği ve basit bir popüler kültür aracı olmaktan ziyade bir sanat eserine dönüşmeyi başarabilen filmlerden. Yılın kaçırılmazlarından...

Filmin Notu : 4 / 4

0 yorum:

Yorum Gönder