Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği Kelebeğin Rüyası’nı gecikmeli de
olsa sonunda izleyebildim. İki şair
Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un hikayesini anlatan film önce Jules ve Jim
benzeri bir üçlü aşk öyküsü gibi başlıyor. Çok geçmeden şairlerden Rüştü Onur’un
verem yüzünden sanatoryuma götürülmesi,
aşk hikayesini diğer ikili arasına kaydırıyor. Muzaffer Tayyip Uslu’nun da aynı
yere gitmesinin ardından, Rüştü Onur’un burada gelişen yeni bir aşk öyküsü
devreye giriyor…
Bu aşk öykülerinin anlatımında herhangi bir orjinallik
bulunduğunu söylemek zor. Filmin asıl başarısı oyuncuların performanslarından
da güç alarak inandırıcı, gerçek
karakterler yaratması. Aşk hikayesinden ziyade, karakterlerin aileleri ile olan
ilişkileri geri planda kalıyor gibi gözükmesine rağmen, daha fazla şey
söylüyor. Zengin ailenin kızı olan Suzan’ın babasının kendisine karşı aşırı
korumacı tavrı, kader anlarından birinde attığı tokat, Muzaffer’in, babası ile
ilişkisi, özellikle babanın traş olduğu sahne gibi ufak anlar filmin ruhunu
çözmede önem arzediyor…
Olumsuz yönlerinin yanında,
bu iki şairin öyküsünü önümüze getirmesi, prodüksiyon kalitesi
anlamındaki kusursuzluğu ve oyuncu kadrosunun başarısı ile kalburüstü bir yerli
filme dönüşmekte zorlanmıyor Kelebeğin Rüyası. Hele hele gişede iyi iş yapan
yerli filmlerin çoğunun seviyesi düşünüldüğünde ayrı bir yerde durduğu açık. Tabii gene de insanın
aklında bu kadar olumlu özelliği
taşırken neden daha üst düzey bir filme dönüşemedi sorusu kalıyor filmden
çıkınca ve bu soru ağır basıyor. Tam memnuniyet yaratamamaktan kurtulamayan,
iyi niyetli olsa da tonunu tam oturtamayan, arada derede kalmış bir film
Kelebeğin Rüyası…
Filmin Notu : 3 / 5
0 yorum:
Yorum Gönder