İlki olan The Exorcism Of Emily Rose, pek beğendiğim bir
film olmamakla birlikte gerçeklik duygusu inşa etme konusunda Derrickson’ın
gösterdiği yoğun çaba ile fazlasıyla akılda kalıcı idi. Sonraki remake ise tek
kelimeyle ve net olarak başarısız bir işti. Bu kez bambaşka bir filmle karşımıza
geldi. Dolayısıyla filme gitmeden önce yönetmene bakanlardansanız, Lanet’e
gitmeden önce bu iki filmi tamamen unutmalısınız. Çünkü bu film, bambaşka bir
deneyim vadediyor….
Aslında öykü olarak baktığımızda önümüzde çok da farklı
duran bir şablon yok. Suç romanları ile tanınan bir yazar, yeni romanın
hazırlığında ailesi ile bir eve taşınır. Evin geçmişi ile ilgili sırdan
haberdar olan adam, bu gerçeği ailesinden saklar. Tavan arasında bulduğu ev
yapımı videolar evde yaşanan tuhaf olaylarla ilgili kendisine pek çok ipucu
sunar ve adam kendisini olayın akışına tamamen kaptırır…
Bir yandan perili ev hikayesi, bir yandan “yazar bunalımı”
durumu, bir yandan aile içi sorunlar, evin geçmişi ile ilgili ayrıntılar,
olayın çözümü için yardım alınan kişiler vs. vs derken aslında oldukça klasik
bir şablon var önümüzde. Ancak bu bütünden tamamen farklı bir iş ortaya çıkaran
kişi Scott Derrickson oluyor. Filmin mükemmele yakın bir yönetmenliği var.
Öncelikle film fazlasıyla karanlık ortamlarda geçiyor. Işıksız, loş ortamlarda,
Ethan Hawke’un oynadığı yazar karakterinin projeksiyon cihazında ev yapımı
filmleri izlediği anlar hayli fazla yer tutuyor. Hem bu filmlerde, hem de filmlerin izlendiği
ortamda öylesine gerçekçi ve gergin bir atmosfer yaratıyor ki filmin akışına
kapılıp gitmemek neredeyse imkansız hale geliyor…
Üstelik filmin ilerleyişinde finale doğru yaklaşana kadar
ciddi değişimler olmuyor. Hemen hemen aynı yapıda ilerlemeye devam ediyor.
Ancak geniş ekranda ve tamamıyla karanlık ya da loş ortamlarda geçen film, gerçekten
ürkütücü bir hal alıyor. Zira olayın kaynağı hakkında da bir fikir sahibi
olmamız hayli zaman alıyor. Bu da gerginliği arttırıyor. Bu videolarda bir numara mı olduğu, sonradan ortaya
çıkanlarla birlikte bir tarikat işi (yani insan işi) mi olduğu yoksa gerçeküstü
bir durum mu olduğunu da filmin uzunca bir bölümü boyunca bilemiyoruz. Kaynağı belirsiz tuhaf olaylar, korku hissinin temeline dair düşündürecek kadar etkileyici bir rol üstleniyor. Üstelik bunu da net olarak
ve bir anda değil yavaş yavaş kanıtlar göstererek veriyor. Örneğin yazar ile
birlikte sürekli bakıp durduğumuz bilgisayar ekranındaki bir kıpırdama gibi
ufak tefek ayrıntılarla işi yavaş yavaş çözüyoruz. Bu anlamda final, olayın
çözümü ve işin sürprizini öğrendiğimiz an oluyor olmasına ama asıl merak
duyduğumuz soru (insan işi mi gerçeküstü mü sorusu) daha önceden cevaplanmış
oluyor. Hem de bizim gördüğümüz ipuçlarını filmin başkarakteri farketmiyor
bile. Bu seçim de filme fazlasıyla yaratıcılık katmış. Film genel olarak beğenilse de finaldeki sürprizin filmi bir parça geriye götürdüğü eleştirmenlerin çoğunun üzerinde birleştiği bir konu. Ben de kendi adıma bu fikre çok karşı çıkmamakla birlikte oraya çok da fazla takılmadığımı ve bu kısmi eksikliğin filmin bütününe çok da zarar vermediğini düşündüğümü söyleyebilirim...
Scott Derrickson’ın Sinister’ı, Paranormal Activity ve
Insidious ile birlikte son 3-5 sene içinde beni en çok geren filmlerden biri
oldu. Bu anlamda benim gibi bir korku filmi sever iseniz kesinlikle
kaçırmamalısınız. Bu kadar gergin ve ürpertici bir korku filmini perdede görebilmemiz
hayli zaman alabiliyor. Sinema salonunda izlenmesi gereken bir korku filmi
olduğu kesin…
Filmin Notu : 4 / 5
0 yorum:
Yorum Gönder