18 Temmuz 2012 Çarşamba
Vizyondan İki Film : This Must Be The Place & ATM
Malum, vizyonda film sayısı anlamında çok büyük bir düşüş olmasa da kalite anlamında bir "yaz uykusu" durumu sözkonusu. Bu yazının konusunu ise geçen cuma gösterime giren filmlerden şu ana kadar görebildiğim 2 tanesi oluşturuyor...
Durağan görünen İtalyan sinemasının, önceki filmi Il Divo ile dikkat çeken yönetmeni Paolo Sorrentino'nun imzasını taşıyan This Must Be The Place / Olmak İstediğim Yer, haftanın en ilgi çekici filmi. 2011'de Cannes'da prömiyerini yapan filmin başrolünde, umursamaz bir eski rock yıldızını canlandıran Sean Penn var. Eski rock yıldızı Cheyenne, şimdilerde itfaiyeci karısıyla Dublin'de, pek birşeyle meşgul olmadığı sakin ve belki de sıkıcı bir hayat sürmektedir. Sakin, duyarlı, çocuksu bir naifliğe ve kırılganlığa sahip, sanki uzak bir galaksiden dünyaya düşmüş gibi bir izlenim uyandıran eski rock starı karakterinde, bence açıkça The Cure solisti Robert Smith'ten esinlenilmiş. Hatta eski bir öğretmenini ziyaret ettiği sahnede Cheyenne'in gerçek isminin John Smith olduğunu da öğreniyoruz. İlk yarı boyunca bu adamın, dış dünyaya olan uyumu / uyumsuzluğunu gözlemliyor, dışarıya neredeyse tamamen kapatmış göründüğü iç dünyasını da anlamaya çalışıyoruz. İkinci yarı ise, babasının ölüm haberi üzerine gittiği Amerika'da babasının geçmişiyle ilgili bir sırrın ortaya çıkışının sonrasında Cheyenne'in çıktığı yolculuk ile geçiyor. Karısını ve yakınlarını geride bırakarak çıktığı bu yolculuk için aslında Cheyenne'in içsel bir yolculuğu denilebilir. Zira sonda alınacak bir intikamdan ya da ulaşılacak net bir hedeften ziyade, bu yolculuğun Cheyenne'de yaratacağı "olası" bir değişim ile daha çok ilgileniyor film. Bu anlamda en çok etkilendiği film olarak Paris, Texas gösterilebilir...
Hatırlanacağı gibi Wenders'in filmi de, yaralı bir karakterin dış dünyayla uyum problemlerine ve ardından çıktığı yolculuğa odaklanıyordu. Hatta bir sahnede o filmin "arayan"ı Harry Dean Stanton'ın da yer alması zaten bu hissi kuvvetlendiriyor. Burada sonda gelinen nokta biraz daha bariz ve bu, filmi bir nevi 'adam olma hikayesi'ne çeviriyor. O kısmı çok beğendiğimi söyleyemem ama belki de söylenilmek istenilen temel şey hayat devam ettiği müddetçe acıların ve mutsuzlukların üstesinden gelmek için asla geç olmadığı. Zira çıktığı yolculukta gördükleri, edindiği deneyim, Cheyenne'i finalde gelinen noktaya sürüklüyor aslında. Cheyyenne finalde, o ana kadar yaşadığı arada kalmışlık hissiyatından kurtulup, bir rock star olduğu hayatının artık geride kaldığını kabulleniyor ve yeni hayatı için ilk adımı atıyor...
Filmin inişe geçer gibi olduğu anlarda Sean Penn'in muhteşem oyunculuğu devreye giriyor ve seyircinin bu sakin ve melankolik filmden kopmasını önlüyor. Ayrıca Paolo Sorrentino'nun yönetmenliği de hem düşünsel, hem de görsel anlamda ilgiye değer. This Must Be The Place, sakince ilerleyen, iddiasız ve iyi bir film...
Filmin Notu : 6,5 / 10
Yaz aylarının vizyondaki vazgeçilmezi olan korku filmlerinin son örneklerinden olan ATM ise, bir finans şirketinde çalışan üç arkadaşın hikayesini anlatıyor. Öykü şöyle : Geç saatte ofisten çıkan üç genç, para çekmek için bir ATM'nin önünde dururlar. Bir süre sonra ATM'nin önünde esrarengiz bir adamla karşılaşmaları, işlerin rengini bir anda değiştirir. İçeride hapis kalan üç genç, adamın dışarıda işlediği cinayetleri görür ve onun tuhaf oyunlarına maruz kalırlar...
İlk karelerden itibaren maalesef filmin inandırıcılık konusunda ciddi sorunları var. Bu da gerilim yaratma konusunda filme ciddi sorun çıkarıyor. Üç gencin tercihleri zaman zaman sinirleri zorlayan bir düzeye ulaşıyor. Ancak bir şekilde gizem yaratılıyor ve sonuna kadar ne olacağı ve katilin motivasyonunun ne olduğu soruları filmi ayakta tutmayı başarıyor. Final ise maalesef yeni bir hayal kırıklığı oluyor. Zira ciddi tutarsızlıklar yaratıyor. Hatta böylesi tutarsız bir final pek inanılası olmadığından, katilin gerçek motivasyonu konusunda kafada soru işaretleri bile oluşuyor. Buried'in senaristi olarak bildiğimiz Chris Sparling'in senaryosu o filme göre bu kez hayli kötü. Yönetmen David Brooks'un gerilim yaratma konusundaki tüm çabaları maalesef boşa gidiyor ve ortaya en iyimser bakışla vasatı aşamayan bir gerilim filmi çıkıyor...
Filmin Notu : 4,5 / 10
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder