Cannes’taki gösteriminden bu yana sezonun en merak edilen filmlerinden
birine dönüşen It Follows bu hafta gösterime girdi. İlk filmi The Myth Of The
American Sleepover’dan çok farklı sularda gezen genç yönetmen David Robert
Mitchell, ikinci filminde adeta 80’lerden bugüne korku sinemasının küçük bir
özetini sunup, üzerine yeni ne eklenebileceğine kafa yorarak bu yönde ilerleyen
bir iş ortaya koyuyor...
Aslında öykü temel olarak basit: Bir genç kız, sevgilisiyle
cinsel ilişkiye girer. Bunun sonucunda bir çeşit lanet ona bulaşır. Ne olduğu
belirsiz bir “şey” tarafından takip edilmektedir. Bundan kurtulmak için yapması
gerekenin ise yeni biriyle cinsel ilişkiye girmek olduğunu öğrenir...
Türün özeti demiştik. 70’lerden bu yana, bu tarz Amerikan
banliyösünde geçen korku filmlerinin çoğundaki kural bellidir: Cinsel ilişkiye
giren gençler cezalandırılır. Katilin ya da lanetin genelde ilk kurbanları
olurlar. Bu klişeyle olaya girecek gibi yapan film, devamında bir yenilik getiriyor:
Lanetten kurtulmak için, başka biriyle tekrar cinsel ilişkiye girilmesi zorunluluğu.
Dolayısıyla film etkilendiği, benzer bir atmosfer kurduğu 80’ler korku
filmlerinden bu yönüyle ciddi anlamda ayrılıyor. Benzer şekilde türün pek çok
klişesi ile de oynuyor. Örneğin, ortada herkesin göremediği, ama sadece
başkarakterin gördüğü doğaüstü bir durum var ise biz de daima bu durumu başkarakterin
gözünden görürüz. Bu klişe de alaşağı ediliyor. Pek çok sahnede biz, başkarakter
dışındakilerin göremediği varlıkları, başkarakter görmeden önce görmeye
başlıyoruz. Ya da onun göremediği anlarda biz görebiliyoruz. Tam mevcut duruma
alışıyoruz derken finale doğru gelen havuz sahnesinde, en kritik anda, başkarakterin
gördüğünü bu kez biz göremiyoruz. Dolayısıyla yönetmen Mitchell bu konuda
beklentilerimizle sürekli oynuyor. Bu da bir türlü duruma alışamamamıza ve her sahnede
diken üstünde oturmamıza yol açıyor. Sözkonusu havuz başı sahnesi ve özellikle
başkarakter dışındakilerin de göremeseler bile olanlardan ilk kez
etkilendikleri plaj sahnesi, Mitchell’ın mükemmel iş çıkarttığı sahnelerden ilk
akla gelenler....
Mitchell’ın tek marifeti bu tip klişelerle oynaması değil
elbette. Film bir yandan da bu klişeleriyle oynadığı 80’ler korku filmlerine
çok benziyor. Yer yer bir Carpenter filminde, ya da kimi sahnelerde Elm Sokağı’nın
bir bölümünde gibi hissetmek mümkün. Yani Mitchell’ın yaptığı, muhtemelen çok
sevdiği korku sineması üzerine bir fikir egzersizi. Bu filmlerin sevdiği yanlarını
alıyor. Hoşuna gitmeyen yanlarını atıyor. “Bunları daha iyi hale nasıl
getiririm” diye kafa yoruyor ve bulduğu cevapları filmine monte ediyor. Bunu
yapmakta öylesine başarılı ki başka ellerde eğreti duracak, film içinde
tutarsızlıklara yol açar gibi görünebilecek durumlar onun ellerinde inanılmaz
bir uyum yakalıyor...
Filmin sonda vardığı yer üzerine çok tartışılabilir. Zira
başta söylediğim gibi önce, Amerikan taşrasında geçen ve muhafazakar bir
duruşun öne çıktığı klasik korku filmlerinin durduğu yönün çok dışında bir
pozisyon alıp, “cinsel özgürlükçü” denebilecek bir tavır takınıyor. Ancak bir süre
sonra aynı kızın, arkadaş grubundan önüne gelenle yatağa girmesi üzerinden “cinsel
yozlaşma” eleştirisi olarak okunabilecek bir durum da ortaya çıkıyor. Kimi
eleştirmen ve sinefiller bu noktaya takılabilir. Ben kendi adıma o tutumu da
filmin postmodern duruşuna son derece uygun buldum. Zira salt “muhafazakar
taşra eleştirisi” yapmak gibi çiğ bir modernistlik tuzağına düşseydi bence
filmin yönetmenliğine çok daha uyumsuz bir durum ortaya çıkardı. Bu ikiyönlülük, kimilerinin hoşuna gitmeyebilir ya da filmi seven kimileri bu ikinci söylediğim
durumun olmadığını da iddia edebilir ama bence durum net olarak söylediğim gibi ve
bu filmi zayıflatmak bir yana dursun filme çok olumlu bir etkide bulunmuş...
Bu filmi yazarken birkaç şeye değinmeden bitirmek olmaz. Bunlardan
ilki Disasterpeace’in olağanüstü müzikleri. Ürkütücü, soğuk ve gergin
elektronik tınılarının filmin atmosferine verdiği katkı muazzam. İkinci olarak
da başroldeki Maika Monroe’yu anmak gerek. Bu yıl iki korku/gerilim filminde
birden oynayarak kariyerine yön kazandıran 93 doğumlu genç oyuncunun adını
bundan sonra sıkça duyacağız gibime geliyor...
It Follows, ilk ortaya çıktığından itibaren etrafında büyük
ilgi toplamış bir film olarak beklentileri bence fazlasıyla karşılıyor.
İzledikten sonra da “işte nihayet korku sinemasında yeni birşeyler oluyor”
hissini izleyicisine yaşatıyor. Korku filmi sevenler kesinlikle kaçırmamalı. Tabii
sadece korku filmi severlere değil herkese önermek gerek ama korku
bu konuda riskli bir tür. İzledikten sonraki olası olumsuz etkilere açıksanız
kaçırmayın diyelim. Bence sadece haftanın en iyisi değil aynı zamanda yılın da en iyilerinden...
Filmin Yıldızı : 4 / 5
0 yorum:
Yorum Gönder