Vizyon gösterimi süren Citizenfour, 2013’te NSA çalışanı Edward Snowden’ın, kuruluşun yaptığı yasadışı dinleme ve izlemeleri belgeleriyle açığa çıkarması sürecini anlatan soluk soluğa bir belgesel. Hatırlanacağı gibi Akademi Ödülleri’nden de En İyi Belgesel ödülüyle dönmeyi başarmıştı.
Film, Snowden’ın Citizenfour takma adıyla, belgeselci Laura
Poitras ile mail yoluyla iletişim kurarak çalışanı olduğu kurumun yaptığı
yasadışı dinlemelerden bahsetmesiyle başlıyor. Giriş bölümünden sonra, filmin
uzun bölümünün geçeceği, en çarpıcı kısma geliyoruz. Poitras, yanına gazeteci ve
avukat Glenn Greenwald’u da alarak henüz kimliğini bile bilmedikleri Snowden
ile Hong Kong’ta buluşmaya karar
veriyor. Snowden otelde kaldığı süre boyunca Poitras tarafından kameraya
alınıyor. Burada onlara belgeleriyle dinleme ve izlemelerin nasıl yapıldığı
konusunda bilgiler veriyor. Aynı bölüm içinde Greenwald’un CNN’e bağlanarak
olayı, bilgi kaynağının adını vermeden açıklayışını izliyoruz. Olay medyada
yavaş yavaş artan bir tepki yaratıyor.Zaten Snowden’ın amacı da bu. Medyayla
beraber ilerlemek istiyor. Zira yaptığı, malum, son derece riskli bir iş...
Film öncelikle dünyanın her tarafından milyonlarca sıradan
insanın mail ve sosyal medya hesaplarının izlenişini, telefonlarının
dinlenişini göstererek bizi büyük bir paranoyaya itiyor. Diğer yandan, bir
devletin kendi vatandaşlarının sözde iyiliği için, kişilerin mahremine girme
hakkını kendinde bulmasını göstererek izleyeni,
düşünmeye itiyor...
Filmin duygusal açıdan en çarpıcı bölümleri ise şüphesiz
Snowden’ın neredeyse tüm Amerika tarafından aranan bir adam haline geldikten
sonra, Hong Kong’taki otelden iki avukat tarafından çıkarılmak üzere gelinişi
öncesi otelin içindeki hazırlıklarını gösteren bölüm. Burada Snowden’ın tüm
sakin görüntüsüne rağmen içten içe hissettiği ve yüzüne yansıyan endişesine
tanık olmak ilginç. Filmin en büyük özelliği ise tarihi bir olayın başlayışını,
belgelerin sızma anını, alınan belgelerin medyaya ilk verilişini, etkisinin
büyüyüşünü ve “aranan adam” haline gelen Snowden’ın ortadan kaybolmak üzere otelden
ayrılmasını direkt olarak gözümüzün önüne getirmesi. Sinema ile gerçeklik
arasındaki perdenin ortadan kalktığı ve direkt “gerçekliği” film olarak
izlediğimiz bir yapım bu...
Snowden’ın “kaçışı” sonrası, Laura Poitras ve yanındaki
gazetecilerin de izlenmesine, baskı altında kalmasına da son bölümlerde tanık
oluyoruz. Onlar da uzun süre ABD’ye giriş yapamıyorlar. Zira girer girmez göz
altına alınmaktan çekiniyorlar. Hatta bir yerde Greenwald bunun “en iyi senaryo”
olduğunu bile söylüyor...
Olayı bir kenara bırakıp tamamen sinemasal pencereden baktığımızda
da Citizenfour’un çok önemli bir iş başardığını görüyoruz. Sinema ila
gerçekliğin arasındaki perdeyi kaldırışı, tarihi bir olayı bize anbean izletişi çok önemli. Ancak Laura Poitras’ın
başarısı sadece bununla sınırlı değil. Filmin kurgusu da çok başarılı. 2 saate
yaklaşan süre boyunca seyircinin dikkatini hiç dağıtmıyor. Zira bizi art arda
belgelere ya da teknik detaylara boğup bırakmıyor. Bahsettiğimiz avukatların
gelişinden önceki sahnelerde, yine finaldeki Greenwald ile Snowden’ın, dinlenme
tehlikesinden dolayı, önemli kısımlarda konuşmayı bırakıp kağıda yazarak
konuşmayı tercih ettikleri bölümde, hem filme duygusal bir derinlik katıyor hem
de olayın etkileri ile ilgili çok şey söylemeyi başarıyor. Film, bir
belgeselden ziyade gerilim filmi havasında ilerliyor. Üstelik bu adeta “canlı
yayında” izlediğimiz bir gerilim filmi olduğu için filmi izlerken yaşadığımız
gerilim, normal bir gerilim filmi izlerken yaşadığımızdan çok daha farklı bir tat
barındırıyor.
Citizenfour, son yıllarda oldukça yaratıcı, farklı işler
çıkarmakta sıkıntı çekmeyen belgesel türünün bu seneki en etkili örneği. Bunun
yanı sıra genel olarak da yılın en iyi
filmlerinden biri. Bence kaçırılmamalı...
Değerlendirme : 4
/ 4
mükemmel ama izlemesi oldukça zor bir filmdi, her şeyi takip etmek ve yapılanın değerini anlamak insanımız için biraz zor olacak bana sorarsanız.
YanıtlaSilharika bir inceleme
YanıtlaSil