12 Ocak 2016 Salı

Joy





  Bu hafta vizyona giren ve ödül mevsiminin konuşulan filmlerinden olan Joy, The Fighter, Silver Linings Playbook, American Hustle gibi filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz yönetmen David O. Russell’ın imzasını taşıyor...


  David O. Russell, çektiği ilk dört filmden sonra, 6 yıllık bir ara verip ardından The Figher / Dövüşçü’yü çekerek kariyerinin gidişatını değiştiren bir yönetmen. Bundan sonra ödül törenlerinin radarına girdi ve çektiği tüm filmlerle burada kendisini göstermeye başladı. Hem ilk hem de son dönem filmlerine bakıldığında ortak özellik olarak, alışılageldik yöntemleri kullanmasına karşın klişelerle başarıyla oynaması ve ortaya farklı, kendine has, gerçekçi öyküler anlatan filmler çıkarabilmesi gözüküyor. Joy, bu açıdan bakıldığında önceki filmlerine nazaran daha geride kalıyor.


  Russell, Joy’da daha önce onlarca benzerini izlediğimiz tipik bir başarı öyküsü anlatıyor. Joy, 30’larına gelmiş ve küçüklüğünden beri hayal ettiği noktanın çok uzağında kalmış, boşanmış ve bir de çocuğu olan genç bir kadın. Hayatının hiç de iyi gitmediği bir dönemde, farklı bir iş denemeye karar veriyor. Patentini aldığı bir paspas dizaynı ile iş dünyasına atılmayı deniyor. Elbette, sorunlu ailesi, geçmişi ve makus talihi de bu arada karşısına yeni sorunlar çıkarmakta kararlı görünüyorlar...


  Çok klasik bir öykü anlatmasına karşın aslında Joy’da yönetmen dokunuşu hemen hissediliyor. Joy’un ailesinin birbirinden tuhaf bireyleri filme bir Silver Linings Playbook / Umut Işığım havası katıyor. Eşinden ayrıldıktan sonra hayatını neredeyse yerinden bile kımıldamadan TV karşısında soap opera izleyerek geçirmeye başlamış ve bunu sürdüren anne, biraz sinirli, biraz çapkın ve birden çıkıp gelerek Joy ile aynı evde kalmaya başlayan baba, Joy’dan ayrılmış olmasına rağmen arkadaşlıklarını sürdüren ve hatta Joy’un evinin bodrumunda yaşamaya devam eden eski eş Tony tipik birer David O. Russell karakteri konumundalar. Tüm bunların arasında en normal görünen ve çocukluğundan itibaren Joy’a destek olmuş babaanneyi de unutmamak gerek. İlk yarıda özellikle bu karakterlerin arasında ve genelde evin içinde geçen kısımları keyifle seyrettiğimi söyleyebilirim.

  İkinci yarıyla birlikte filmin öyküsü netleşmeye başladıkça klişeler devreye giriyor. David O. Russell bu tuhaf ama sıcak aile atmosferi ile kurduğu yapıyı yine aralara serpiştirerek bir denge kurmaya ve hatta filmini derinleştirmeye çalışıyor. Bir noktaya kadar bunda başarılı da oluyor. Örneğin Joy’un uzun uğraşlar sonunda hedeflediği noktaya giden yoldaki ilk adımı attığı dönemde gelen “ölüm” hayatta mutluluk ve acının bir arada aktığını çok iyi vurguluyor. Özellikle anne karakteri de filme çaktırmadan derinden bir hüzün katıyor. Öykü aileyi, hayatta insanın önüne engelleri çıkartan şeyin ta kendisi olmuş bile olsa, en son noktada yarattığı sıcak dayanışma ortamı ile ayakta kalmayı ve hayata bağlanmayı sağlayacak bir kurum olarak çiziyor.



  Ancak tüm bu çabalara rağmen neticede sonda geldiği nokta itibarı ile Joy, girişimci ruha övgüler dizen klasik bir başarı öyküsü filmi olmaktan kurtulamıyor. Bu duruma çoğu eleştirmen gibi çok ideolojik noktadan bakan biri değilim ancak neticede bu filmlerden o kadar fazla izledik ki artık bu klasik başarı öyküleri biraz miadını doldurdu diye de düşünmekten kendimi alamıyorum. Zira bu tarz bir öyküden yaratıcı, orjinal bir yere varmak oldukça zor ve Joy’un da temel sorunu bu.

  Jennfier Lawrence’ın Joy’u yine çok başarılı bir performansla canlandırdığı filmde, yönetmenin gediklisi durumuna gelen bir başka isim Bradley Cooper’ı da, Joy’un ürününü satmaya çalıştığı kurumun patronu rolünde izliyoruz. Joy, yönetmeninin önceki filmlerine göre vasat bir noktada yer alsa da yine de kendini izleten ve akıcılık konusunda sorunu olmayan bir film. Benzer örneklere göre, bahsettiğimiz gibi, belli başlı orjinallikler de içeriyor...


Filmin Yıldızı : 3 / 5

0 yorum:

Yorum Gönder