8 Ekim 2011 Cumartesi

The Tree Of Life (2011)



Kestirmeden bir giriş yapalım önce: Terrence Malick'in yeni filmi kesinlikle her zevke uygun bir film değil. Aslında bir Malick filmi hakkında konuşurken bu uyarıyla başlamak bile abesle iştigal. Ama yine de Malick'in başrollerde yer verdiği oyuncular, film henüz Türkiye'de vizyona girmemesine rağmen internette uzun uzadıya üzerine konuşulması gibi etkenlerin Terrence Malick'i yakından tanımayan izleyici üzerinde yanlış beklentiler uyandırması ihtimaline karşı bunu belirterek başlamak istedim...

Hakkında yazmanın zor olduğu filmlerden The Tree Of Life. Hele ki öyküsünün kimi sırlarını açığa vermeden. Dolayısıyla filmi izlememiş ve bunu sorun edecek olanları bu noktada dışarı alalım... Bu proje aslında Malick için hayli eski. Q ismiyle, ilk iki filmini çektikten hemen sonra bu proje üzerinde çalışan yönetmen, daha sonra yıllar boyu film çekme işini rafa kaldırınca proje de bugünlere kadar kalmış. Film, bir ailenin çocuğunu kaybetmesi haberini almasıyla başlıyor. Sonrasında 'Neden?' sorusu geliyor anneden, her Malick filminden alışık olduğumuz dış ses kullanımıyla. Malick dış sesin okuduğu metinleri, o sırada görüntülerle öylesine duygu yüklü şekilde birleştiren bir yönetmen ki, başka yönetmenlerin elinde klişe duran dış ses kullanımı olayı onun filmlerinde izleyen için bambaşka bir deneyime dönüşüyor. Bu filmde annenin dış sesi ile 'Neden?' sorusunun cevabı için 'en başa' dönüyoruz. Terrence Malick, cevabı aramak için en başa, Büyük Patlama'ya kadar dönüyor. Sonrasında dinozorlar çağına, onun sonrasında ise günümüze geliyoruz. Ailenin çocuklarının doğumuna, büyüyüşlerine... Bu bölümler öylesine mükemmel çekilmişler ve müzik kullanımı eşliğinde öylesine duygu yüklü ve mucizevi hale geliyorlar ki sadece bunları görmek için bile film tekrar tekrar izlenilebilir. Hatta daha ileri gidip Malick'in bu kısımlar için filmi çektiğini düşündüğümü iddia edebilirim şahsen. Baştaki 5-10 dakikalık ölüm sonrası sekansının ardından, 50. dakikaya kadar olan kısımı buralar oluşturuyor. Bu kısımlar, filmi Kubrick'in 2001'ine yaklaştırıyor bir yönden. Sanki Malick kendi 2001'ini çekmeye karar vermiş gibi. Kubrick nasıl o filmde kendi dünyasını perdeye kusursuzca aktarıyorsa Malick de burada onu yapıyor. Doğal olarak Malick'inki çok daha 'manevi' bir boyut taşıyor. Bu kısımlarda o 'Neden?! sorusunun cevabı verilmiyor elbette. Aslında daha jenerikte Job'dan bir alıntıyla, sonradan gelecek o sorunun cevabı bir nevi veriliyor belki de. (Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin?) Filmin içerisinde o sorunun cevabından çok, yarattığı duygular ile ilgileniyoruz...




Daha sonra ailenin çocukları yetiştirişine geliyoruz. Daha ilk gördüğümüz 'yemek masası' sahnesinde ne denli baskıcı bir baba ile karşı karşıya olduklarını görüyoruz. Tersine anne naif ve sevgi dolu. Ama o naifliğiyle babanın tavırları karşısında da sessiz kalıyor. Zaten filmin meselesi bu çelişkide yatıyor. Daha girişte annenin dış sesi eşliğinde 'doğa' ve 'inayet' ikilemiyle karşılaşıyoruz. Devamında dinozorlar çağında olduğumuz kısımlarda, bir dinozorun yavrusunu korumaya çalıştığı bölümde 'doğa' nın acımasızlığıyla karşılaşıyoruz. Aslında Tanrı'nın ağzından az önce de bahsettiğim girişteki cümlede de görüyoruz bunu. Anlıyoruz ki bu acımasızlık, Tanrı'nın bile zamanında karşı karşıya kaldığı ve üstesinden gelmeye çalıştığı bir acımasızlık Malick'e göre. Anlıyoruz ki daha sonradan dinozorların yerine 'insan'ı yaratmasının sebebi 'doğa' nın yerine 'inayet' i koyabilmek. Tüm filmi bu çelişki üzerinden okumak gerek bir yerde...

Aslen filmi,cenaze kısımlarından sonra Sean Penn'in canlandırdığı Jack'in yetişkinliğinin hatırladığı şekliyle izliyoruz bir yönden. Jack büyüyüp bir yetişkin olduğunda, çocukluk kısımlarının sonlarında babasına aynen söylediği gibi annesinden çok babasına benzemiş. Onun istediği gibi biri olmuş. Yani 'doğa'nın çocuğu'. Fakat rüyalarına giren, kaçamadığı geçmişiyle yüzleşmeyi yapıp kendini 'inayet'in kollarına teslim etme isteğinden kurtulamıyor. Çünkü ne olursa olsun, annesinden de bir 'parça' taşıyor...



'İnayeti sevenin sonu kötü olmaz' öğretisine sonuna kadar inanan anne, çocuğunun ölüm haberiyle 'Neden?' sorusunu soruyor. Ve film o çelişkiyle başlıyor. Dediğimiz gibi, tüm filmi bu çelişki üzerinden okumak mümkün. Malick'in sonda geldiği nokta, "Tanrı sevgidir" oluyor. Bu okumalar doğru yapılmazsa film anlamsızlaşabilir. Bu anlamda film her Malick filmi gibi izleyiciden çaba ve özellikle duygusal anlamda katılım bekliyor. Aksi takdirde özellikle baştaki 'herşeyin başı'na dönülen kısımlar gereksiz ve filmi estetik açıdan şişirmek için konulmuş gibi görünebilir...

Malick, böylesi dini referanslarla süslü bir filmi, 'muhafazakar' bir çizginin kıyısından bile geçmeden çekmeyi başarıyor. Hiç röportaj vermeyen sanatçı hakkında Brad Pitt'in röportajında dile getirdiği gibi, o belli ki 'Bilimde Tanrı'yı, Tanrı'da Bilimi' görüyor. Film de tamamen onun içsel, manevi, spiritüel yolculuğu. Başlarda filmi 'Malick'in 2001'i ' olarak değerlendirmemin sebebi de bu açıdan o filmle olan benzerliği idi zaten. Oyuncu olarak özellikle Jack'in çocukluğunda Hunter McCracken çok başarılı. Malick'in geldiği son noktayı görme açısından hayli önemli olan film, yılın hiç şüphesiz en önemli işlerinden. Umarız vizyonda da görebiliriz...

Filmin Notu : 8,5 / 10

0 yorum:

Yorum Gönder