Bu hafta vizyona giren ve ödül mevsiminin konuşulan
filmlerinden olan Joy, The Fighter, Silver Linings Playbook, American Hustle
gibi filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz yönetmen David O. Russell’ın imzasını
taşıyor...
David O. Russell, çektiği ilk dört filmden sonra, 6 yıllık
bir ara verip ardından The Figher / Dövüşçü’yü çekerek kariyerinin gidişatını
değiştiren bir yönetmen. Bundan sonra ödül törenlerinin radarına girdi ve
çektiği tüm filmlerle burada kendisini göstermeye başladı. Hem ilk hem de son
dönem filmlerine bakıldığında ortak özellik olarak, alışılageldik yöntemleri
kullanmasına karşın klişelerle başarıyla oynaması ve ortaya farklı, kendine has,
gerçekçi öyküler anlatan filmler çıkarabilmesi gözüküyor. Joy, bu açıdan
bakıldığında önceki filmlerine nazaran daha geride kalıyor.
Russell, Joy’da daha önce onlarca benzerini izlediğimiz
tipik bir başarı öyküsü anlatıyor. Joy, 30’larına gelmiş ve küçüklüğünden beri
hayal ettiği noktanın çok uzağında kalmış, boşanmış ve bir de çocuğu olan genç
bir kadın. Hayatının hiç de iyi gitmediği bir dönemde, farklı bir iş denemeye
karar veriyor. Patentini aldığı bir paspas dizaynı ile iş dünyasına atılmayı
deniyor. Elbette, sorunlu ailesi, geçmişi ve makus talihi de bu arada karşısına
yeni sorunlar çıkarmakta kararlı görünüyorlar...
Çok klasik bir öykü
anlatmasına karşın aslında Joy’da yönetmen dokunuşu hemen hissediliyor. Joy’un
ailesinin birbirinden tuhaf bireyleri filme bir Silver Linings Playbook / Umut
Işığım havası katıyor. Eşinden ayrıldıktan sonra hayatını neredeyse yerinden
bile kımıldamadan TV karşısında soap opera izleyerek geçirmeye başlamış ve bunu
sürdüren anne, biraz sinirli, biraz çapkın ve birden çıkıp gelerek Joy ile aynı
evde kalmaya başlayan baba, Joy’dan ayrılmış olmasına rağmen arkadaşlıklarını
sürdüren ve hatta Joy’un evinin bodrumunda yaşamaya devam eden eski eş Tony
tipik birer David O. Russell karakteri konumundalar. Tüm bunların arasında en
normal görünen ve çocukluğundan itibaren Joy’a destek olmuş babaanneyi de
unutmamak gerek. İlk yarıda özellikle bu karakterlerin arasında ve genelde evin
içinde geçen kısımları keyifle seyrettiğimi söyleyebilirim.
İkinci yarıyla birlikte filmin öyküsü netleşmeye başladıkça
klişeler devreye giriyor. David O. Russell bu tuhaf ama sıcak aile atmosferi
ile kurduğu yapıyı yine aralara serpiştirerek bir denge kurmaya ve hatta
filmini derinleştirmeye çalışıyor. Bir noktaya kadar bunda başarılı da oluyor.
Örneğin Joy’un uzun uğraşlar sonunda hedeflediği noktaya giden yoldaki ilk
adımı attığı dönemde gelen “ölüm” hayatta mutluluk ve acının bir arada aktığını
çok iyi vurguluyor. Özellikle anne karakteri de filme çaktırmadan derinden bir
hüzün katıyor. Öykü aileyi, hayatta insanın önüne engelleri çıkartan şeyin ta kendisi olmuş bile olsa, en son noktada yarattığı sıcak dayanışma ortamı ile ayakta kalmayı ve hayata bağlanmayı sağlayacak bir kurum olarak çiziyor.
Ancak tüm bu çabalara rağmen neticede sonda geldiği nokta
itibarı ile Joy, girişimci ruha övgüler dizen klasik bir başarı öyküsü filmi
olmaktan kurtulamıyor. Bu duruma çoğu eleştirmen gibi çok ideolojik noktadan bakan
biri değilim ancak neticede bu filmlerden o kadar fazla izledik ki artık bu
klasik başarı öyküleri biraz miadını doldurdu diye de düşünmekten kendimi
alamıyorum. Zira bu tarz bir öyküden yaratıcı, orjinal bir yere varmak oldukça
zor ve Joy’un da temel sorunu bu.
Jennfier Lawrence’ın Joy’u yine çok başarılı bir
performansla canlandırdığı filmde, yönetmenin gediklisi durumuna gelen bir
başka isim Bradley Cooper’ı da, Joy’un ürününü satmaya çalıştığı kurumun
patronu rolünde izliyoruz. Joy, yönetmeninin önceki filmlerine göre vasat bir
noktada yer alsa da yine de kendini izleten ve akıcılık konusunda sorunu
olmayan bir film. Benzer örneklere göre, bahsettiğimiz gibi, belli başlı
orjinallikler de içeriyor...
Filmin Yıldızı : 3 / 5
0 yorum:
Yorum Gönder