8 Mayıs 2015 Cuma

It Follows / Peşimdeki Şeytan




  Cannes’taki gösteriminden bu yana sezonun en merak edilen filmlerinden birine dönüşen It Follows bu hafta gösterime girdi. İlk filmi The Myth Of The American Sleepover’dan çok farklı sularda gezen genç yönetmen David Robert Mitchell, ikinci filminde adeta 80’lerden bugüne korku sinemasının küçük bir özetini sunup, üzerine yeni ne eklenebileceğine kafa yorarak bu yönde ilerleyen bir iş ortaya koyuyor...


  Aslında öykü temel olarak basit: Bir genç kız, sevgilisiyle cinsel ilişkiye girer. Bunun sonucunda bir çeşit lanet ona bulaşır. Ne olduğu belirsiz bir “şey” tarafından takip edilmektedir. Bundan kurtulmak için yapması gerekenin ise yeni biriyle cinsel ilişkiye girmek olduğunu öğrenir...

  Türün özeti demiştik. 70’lerden bu yana, bu tarz Amerikan banliyösünde geçen korku filmlerinin çoğundaki kural bellidir: Cinsel ilişkiye giren gençler cezalandırılır. Katilin ya da lanetin genelde ilk kurbanları olurlar. Bu klişeyle olaya girecek gibi yapan film, devamında bir yenilik getiriyor: Lanetten kurtulmak için, başka biriyle tekrar cinsel ilişkiye girilmesi zorunluluğu. Dolayısıyla film etkilendiği, benzer bir atmosfer kurduğu 80’ler korku filmlerinden bu yönüyle ciddi anlamda ayrılıyor. Benzer şekilde türün pek çok klişesi ile de oynuyor. Örneğin, ortada herkesin göremediği, ama sadece başkarakterin gördüğü doğaüstü bir durum var ise biz de daima bu durumu başkarakterin gözünden görürüz. Bu klişe de alaşağı ediliyor. Pek çok sahnede biz, başkarakter dışındakilerin göremediği varlıkları, başkarakter görmeden önce görmeye başlıyoruz. Ya da onun göremediği anlarda biz görebiliyoruz. Tam mevcut duruma alışıyoruz derken finale doğru gelen havuz sahnesinde, en kritik anda, başkarakterin gördüğünü bu kez biz göremiyoruz. Dolayısıyla yönetmen Mitchell bu konuda beklentilerimizle sürekli oynuyor. Bu da bir türlü duruma alışamamamıza ve her sahnede diken üstünde oturmamıza yol açıyor. Sözkonusu havuz başı sahnesi ve özellikle başkarakter dışındakilerin de göremeseler bile olanlardan ilk kez etkilendikleri plaj sahnesi, Mitchell’ın mükemmel iş çıkarttığı sahnelerden ilk akla gelenler....

  Mitchell’ın tek marifeti bu tip klişelerle oynaması değil elbette. Film bir yandan da bu klişeleriyle oynadığı 80’ler korku filmlerine çok benziyor. Yer yer bir Carpenter filminde, ya da kimi sahnelerde Elm Sokağı’nın bir bölümünde gibi hissetmek mümkün. Yani Mitchell’ın yaptığı, muhtemelen çok sevdiği korku sineması üzerine bir fikir egzersizi. Bu filmlerin sevdiği yanlarını alıyor. Hoşuna gitmeyen yanlarını atıyor. “Bunları daha iyi hale nasıl getiririm” diye kafa yoruyor ve bulduğu cevapları filmine monte ediyor. Bunu yapmakta öylesine başarılı ki başka ellerde eğreti duracak, film içinde tutarsızlıklara yol açar gibi görünebilecek durumlar onun ellerinde inanılmaz bir uyum yakalıyor...


  Filmin sonda vardığı yer üzerine çok tartışılabilir. Zira başta söylediğim gibi önce, Amerikan taşrasında geçen ve muhafazakar bir duruşun öne çıktığı klasik korku filmlerinin durduğu yönün çok dışında bir pozisyon alıp, “cinsel özgürlükçü” denebilecek bir tavır takınıyor. Ancak bir süre sonra aynı kızın, arkadaş grubundan önüne gelenle yatağa girmesi üzerinden “cinsel yozlaşma” eleştirisi olarak okunabilecek bir durum da ortaya çıkıyor. Kimi eleştirmen ve sinefiller bu noktaya takılabilir. Ben kendi adıma o tutumu da filmin postmodern duruşuna son derece uygun buldum. Zira salt “muhafazakar taşra eleştirisi” yapmak gibi çiğ bir modernistlik tuzağına düşseydi bence filmin yönetmenliğine çok daha uyumsuz bir durum ortaya çıkardı. Bu ikiyönlülük, kimilerinin hoşuna gitmeyebilir ya da filmi seven kimileri bu ikinci söylediğim durumun olmadığını da iddia edebilir ama bence durum net olarak söylediğim gibi ve bu filmi zayıflatmak bir yana dursun filme çok olumlu bir etkide bulunmuş...

  Bu filmi yazarken birkaç şeye değinmeden bitirmek olmaz. Bunlardan ilki Disasterpeace’in olağanüstü müzikleri. Ürkütücü, soğuk ve gergin elektronik tınılarının filmin atmosferine verdiği katkı muazzam. İkinci olarak da başroldeki Maika Monroe’yu anmak gerek. Bu yıl iki korku/gerilim filminde birden oynayarak kariyerine yön kazandıran 93 doğumlu genç oyuncunun adını bundan sonra sıkça duyacağız gibime geliyor...

  It Follows, ilk ortaya çıktığından itibaren etrafında büyük ilgi toplamış bir film olarak beklentileri bence fazlasıyla karşılıyor. İzledikten sonra da “işte nihayet korku sinemasında yeni birşeyler oluyor” hissini izleyicisine yaşatıyor. Korku filmi sevenler kesinlikle kaçırmamalı. Tabii sadece korku filmi severlere değil herkese önermek gerek ama korku bu konuda riskli bir tür. İzledikten sonraki olası olumsuz etkilere açıksanız kaçırmayın diyelim. Bence sadece haftanın en iyisi değil aynı zamanda  yılın da en iyilerinden...


             Filmin Yıldızı : 4 / 5

0 yorum:

Yorum Gönder