Oscar adaylıkları ile çok konuşulan Alexander Payne imzası taşıyan The Holdovers / Geride Kalanlar, ödül haftasında ülkemizde de vizyona girdi. Filmin hikayesi, noel tatilinde gidecek yerleri olmadığı için okulda kalan öğrenci Angus, öğretmeni Paul ve baş aşçı Mary'nin arasında yaşananlara odaklanıyor.
Alexander Payne, özellikle ilk iki filmi Citizen Ruth ve Election sonrasında About Schmidt ile başlayan süreçten itibaren ilgiyle takip ettiğim bir yönetmen. Minimalist anlatımı, hayatın içinden karakterleri, hiç kaybetmediği mizah anlayışı ile günümüz Amerikan sinemasının 2000'lerden itibaren en ilgi çeken isimlerinden biri oldu. Payne'i, her zaman toplumun genel çoğunluğundan dışarıda kalan, yaralı, bir şekilde hayata tutunacak yolu bulan karakterlerin aynı anda hem hüzünlü hem komik öykülerini başarıyla perdeye yansıtmakta çok başarılı olması ile tanıyoruz. Son yıllarda filmlerinin arası gitgide açılmaya başlayan yönetmen en son 2017'de kendi tarzının biraz dışında, daha standart komedi anlayışına yakın düşen Downsizing ile karşımıza gelmişti. O filmi de bir kenara koyarsak bir önceki filmi Nebraska'dan tam 10 yıl sonra ilk kez bildiğimiz ve artık özlediğimiz Payne damgasını vurduğu filmlerden biriyle karşımıza geliyor.
Filmin hemen başında, başkarakter Paul Hunham ile tanışıyoruz. Biraz mesafeli, kibirli, iğneli sözleri seven biri olarak karşımıza geliyor. Okuldaki diğer öğretmenler ve öğrencilere biraz mesafeli, bir parça soğuk biri olduğunu hemen seziyoruz. Noel tatili öncesi sınav notlarını açıklıyor ve çoğu öğrenciye kırık not verdiğini görüyoruz. Tatil sonrasına telafi sınavı koyarak öğrencileri biraz kızdırıyor ancak öğrenciler çaresizce durumu kabul ediyorlar. Noel tatilinde Paul gidecek yeri ve yapacak çok şeyi de olmadığından okulda kalacak öğrencilerin başında nöbetçi kalma görevini kabulleniyor. Sonrasında okulda kalacak tek öğrencinin Angus olduğu anlaşılıyor. Onlara oğlunu yakın zaman önce Vietnam'da kaybeden baş aşçı Mary de eşlik ediyor. Film de bu iki haftalık süreçte yaşananları ele alıyor. Payne, elini hiç aceleci alıştırmadan yavaş yavaş olay örgüsünü kuruyor. Karakterlerin geçmiş "yaralarını" öğrenmemiz,onları tanıyıp daha iyi anlamamız kısmını filmin ilerleyen bölümlerine bırakıyor. Bu sayede filmin duygusallığını, hüznünü de son bölüme bırakıyor ve filmin mizahi tonunu da ön plana çıkarabilme fırsatı buluyor. Senaryo açıldıkça karakterlerle ilgili kafamızda eksik kalan noktalar ortaya çıkıyor. Annesi ile babası boşanmış olan Angus filmin anahtar karakteri diyebiliriz. Yeni erkek arkadaşı ile kendisine bir hayat kurma peşindeki annesi, buna bir nevi engel olarak gördüğü Angus'u yatılı okula göndererek "ayak altında" olmasından kendisini kurtarmış durumda. Okulda sorun veya başarısızlık yaşaması durumunda kaçışının daha zor olacağı askeri okulda kendisini bulacağını biliyor Angus. Bunun için notlarını yüksek tutma ve okulda başarılı olma derdinde. Ancak annesinin noel tatilinde dahi kendisini görmek istememeyi tercih etmesi Angus'u oldukça yaralıyor. Başkarakterimiz öğretmen Paul'ün ise soğuk ve mesafeli tavrının altında geçmişten neleri taşıdığını ise Angus'unküler kadar net öğrenemiyoruz. Ancak belli konuşmaları ve imalar üzerinden onunla ilgili fikir yürütebiliyoruz. Angus, onun kadınlarla ilişkisindeki sorunu hemen anlıyor ve kadınlardan neden korktuğunu soruyor. Sonrasında onları bir Noel kutlamasına davet eden Bayan Crane ile kurmaya çalıştığı ilişki ve sonrasında yaşadığı hayal kırıklığı üzerinden kadınlara karşı olan özgüven eksikliğini sezebiliyoruz. Paul, bir şekilde yaşadığı hayal kırıklıkları ile kendisini kenara çekmiş ve hayatın dışında kalmış biri. Baş aşçı Mary ise Vietnam'da kaybolan ve haber alamadığı oğlundan ötürü acı çeken bir kadın. Aynı zamanda eşini de çok genç iken kaybetmiş. Hamile olan kızının heyecanı ile hayata tutunmaya çalışıyor. O da noel günü üç kişilik masada Angus ve Paul'ün ortağı oluyor.
İki haftalık sürecin sonunda Angus'u daha iyi tanıyan Paul'ün finalde Angus'un karşılaştığı sıkıntılı durum karşısında aldığı tavır, karakterin değişimini yansıtması açısından anlamlı. Aslında sadece bu açıdan değil, belki de geçmişte neler yaşamış olabileceği, neden insanlara bu kadar soğuk ve mesafeli hale geldiğini hissettirmesi açısından da anlamlı. Finaldeki kararında uzun zaman sonra bir kez daha bir insana inanmış ve güvenmiş birinin duruşu var. Senaryo, kademe kademe açılarak bizi finalde tam bir bütünlüğe ulaştırıyor. Bu arada senaryolarını genel olarak kendisi yazan Payne'in bu defa senaryoda imzası olmadığını da belirtelim.
Toplam olarak bakıldığında The Holdovers, çok hüzünlü bir hikayeyi, kendisini çok ciddiye almadan, ağır ve mizahi yönü güçlü bir şekilde anlatarak akan, hüznü son kısımlara bırakan. özlediğimiz Payne hissiyatını yaşatan bir film. Sezonun önemli filmlerinden biri olduğu tartışılmaz. Yönetmenin takipçileri başta olmak üzere orijinal, kendine özgü anlatım modeli olan filmleri seven herkese sinema salonlarında görmelerini öneririm. Bu arada Paul Giamatti, Dominic Sessa ve Da'Vine Joy Randolph'ün de çok iyi oyunculuklar sergilediklerini eklemeden geçmeyelim.
Filme Puanım : 8 / 10
0 yorum:
Yorum Gönder