David Fincher'ın Netflix'te gösterime giren en yeni filmi The Killer, film boyu adını öğrenemediğimiz bir kiralık katilin hikayesini anlatıyor. Aslında belki hikaye demek bile yer yer çok mümkün değil. Baştan sonra katilin iç dünyasına ortak oluyor, onunla birlikte mekan mekan karanlık dünyasının içinde geziniyoruz diyebiliriz.
Aslında herşey, tetikçinin son işinde bir "ıskalama" yapması ve yanlış kişiyi vurması ile başlıyor. Sonrası bunun bedelini ödetmek üzere tetikçimizin "ailesine" bulaşılmasıyla birlikte bir çeşit intikam hikayesi başlıyor. Belki de buna intikam da denemez. Tetikçi, yakınlarına bir söz veriyor ve bunun arkasında durmak için de olayla ilgili önüne gelen bir böcek gibi ezdiği bir çeşit cinayetler silsilesinin içine çekiliyor. İntikam bile diyemememizin sebebi de aslında tetikçinin yapılanın bedelini ödetmekten ziyade, kendi yaşam alanını, yani konforunu koruma arzusu. Zira sözkonusu olay yaşanana kadar tetikçinin hayatı aslında, saat gibi işleyen bir çeşit mekanizma. Ve sonuna kadar bunu korumak tek arzusu diyebiliriz. Bunun için sürekli kendine hatırlattığı belli sözler var : "Plana sadık kal, doğaçlama yapma, kimseye güvenme" gibi. Bunları birleştirdiğimizde asıl derdinin mevcut durumunu korumak olduğunu rahatlıkla anlıyoruz. Ortaya çıkan bu durum da ailesine zarar verilme riskinden daha çok onun bu mevcut hayatının devamını riske eder duruma gelince, riskleri ortadan kaldırmaya karar veriyor. Ortada bir çeşit intikam hikayesi var gibi görünse de aslen intikam hikayesi olmadığını düşünmemin sebepleri bunlar diyebilirim.
Şüphesiz kiralık katillerin iç dünyasını anlatan pek çok film izledik. The Killer'ı benzerlerinden ayıran taraf ise başkarakterinin bir çeşit video oyunu karakteri gibi hedefe ulaşmak için vicdanını tamamı ile elden bırakmış ve bu konuda kafasını tamamen rahatlatmış olması. Yukarıda da belirttiğim kendi kendine sıraladığı cümleler kimi zaman belki içinde ufak çelişkiler yaşadığının kanıtı ama tetikçi sistemini öyle bir oturtmuş ki bu tekrarladıklarını kesinlikle uygulayacağını ve içine düştüğü durumlarda vicdanına ya da içinde yaşadığı kimi psikolojik çelişkilere teslim olmayacağını kesin olarak anlayabiliyoruz.
Katilin tüm düşmanlarını sıra ile öldürmesinden oluşan yapı kimi seyirci ve eleştirmenlere sıradan gelmiş olabilir ancak bana kalırsa sonuna kadar ne olacağını ve nasıl olacağını bir şekilde merak etmemizi sağlayan ve aynı zamanda sona kadar da sekteye hiç uğramadan, kendi içinde çelişkilere yer vermeyen yapı tıkır tıkır çalışıyor. Film bir şekilde inanılmaz bir seyir zevki veriyor. Bir tarafta tetikçinin iç dünyasını ayrıntı ile anlattığı dış ses konuşmaları, bir tarafta mükemmel çekilmiş çatışma sahneleri filmin su gibi akıp gitmesini sağlıyor. Michael Fassbender karakterin donuk ama iç dünyası dolu halini derinlikle kavrayıp hayata geçirmiş. Kısa ama kritik rolünde Tilda Swinton yine her zamanki gibi işini hakkıyla yapıyor. The Smiths şarkılarının yalnızlığı ve melankoliyi çağrıştıran tarzının başkarakterin ruh haline çok yakıştığını düşünüyorum. Hatta kritik bir sahnede bir Portishead şarkısı da devreye giriyor ki o da bu hissi daha da pekiştiriyor. Yalnız Fincher, şarkıları içerden ve dışardan duymamızı sağlayan kesintiler yapıyor ve kasıtlı bir hamleyle şarkıları kesiyor. Burada da belki karakterle şarkılar aracılığı ile net bir özdeşlik kurmamızın önüne geçmeyi hedeflediğini söyleyebiliriz. Ayrıca Trent Reznor ve Atticus Ross imzalı orjinal müzik çalışmasının da çok başarılı olduğunu söyleyebilirim.
Bütün olarak baktığımızda Fincher'ın isminin beklentiyi çok arttırıyor olması sebebi ile The Killer'ın belki genel çoğunluğun beğenisini toplayamadığını görsek de kendi adıma filmi yeterince ilgi çekici bulduğumu söyleyebilirim. Filmin baştan sona çok güçlü bir sinema duygusu var. Ayrıca kadercilik karşıtı, herşeyi kendi elimizle bizim belirlediğimizi ima eden altmetnini de etkileyici bulduğumu belirtmeliyim. Hem bu kadar karanlık, keskin ve geri adımsız bir katil başkarakter portresini kaç filmde görebiliriz ki?
Filme Puanım : 8 / 10
0 yorum:
Yorum Gönder